10 Şubat 2008 Pazar

HAYVANAT

Tuğçe sevgilisini hayranlık dolu bakışlarla izledi bir süre. Bir yerden içecek bir şeyler alıp gelecekti erkeklerin en şahanesi, en müthişi Ahmet. Kafeslere doğru döndü ardından, neşesini dört bir yana saçan o tatlı yüz ifadesiyle. Ellerini arkasında birleştirip topuklarını keyifli keyifli yere vurarak yürüdü. Ne kadar mutlu olduğunu düşünüyordu. Gökyüzüne baktı bir iç geçirerek. Masmavi, pırıl pırıl bir güneş. İçine bir serum gibi sızdı öğlenin huzuru. O esnada bir hırıltı onu çekip alıverdi hayal dünyasından. Başını çevirdiğinde kafesin parmaklıklarına çalım satarak yaklaşan kaplanı gördü. Ne kadar da güzeldi. Garip bir mırıltı ulaşıyordu kulaklarına. “Nooldu, acıktın mı canım?” diyerek güldü o. Mırıldanarak gözlerini dikip süzmeye devam etti kaplan. Dili dışarıdaydı. Gözleri... ve... mırıltı... ve gözler... Birden boşalıverdi bakışları Tuğçe’nin. Göz kapakları sonuna kadar açıldı. Beynine sızan küçücük bir ses... “Yanıma Gel!” Büyüdükçe büyüdü emir ve gündelik mantığın içeri sızmasını önledi benliğin kapısını kapatarak. “Tamam,” dedi o sonunda ve ağır adımlarla ilerleyip “Girmek Yasaktır” levhasının yanında uzanan çitin üstünden atladı. Kaplan yalandı bakışlarını bir an bile kızın anlamsız gözlerinden çekmeden. Uzandı Tuğçe’nin elleri öne. Demir parmaklıklar ile arasında on santim var yoktu.
Birden Ahmet’in güçlü parmakları kavrayıp geriye çekti sevgilisini.
“Naapıyorsun Tuğçe, delirdin mi allasen!”
Uyanıp irkilerek ama gerçekten de neler olduğunu anlamadan sevgilisine baktı o.
“A, Ahmet, geldin mi?”
Dönüp kafesin iç taraflarına yürüdü kaplan kıçını bir oraya bir buraya sallayarak...

Hiç yorum yok: