10 Şubat 2008 Pazar

KANTİNDE HATIRLANAN

Cenk kantinde arkadaşlarıyla oturmuş, bir gün önceki şampiyonlar ligi maçından konuşur, bir yandan da çayını yudumlarken birden boynunu dikip önüne gelen görüntüye konsantre oldu. Bir kızı öptüğünü görüyordu. O kadar canlıydı ki her şey, ürperdi. Sonra bir başka sahne geldi aklına. Elele Karaköy’e yürüyorlardı neşe içinde. Bir hüzün; kapkara, sardı benliğini ansızın. İçine süzüldü sıkıntı. Ayağa kalktı aniden. Önündeki plastik çay bardağı devrilip gitti.
“Eyvaah!” dedi arkadaşı Sertan diğerlerine yandık gibisinden bir bakış atarak.
O kimseyi duymadı. Birden önünde belirmişti kızın yüzü.
Şaşkınlık içinde döndü. Yumruklarından ter fışkırırken büyülenmiş gibi ayaklarını sürüyerek yürüdü. Sınıflarından Elvandı bu. Sahneler otoyolda akan arabalardan farksızdı. Yaş yürüdü gözlerine. Hatırlıyordu her şeyi.
Elvan’ın önünde durdu. Birkaç kız daha vardı yanında. Hepsi korku dolu bakışlarını Cenk’e dikmiş, gergin bekledi...
“Elvan,” dedi o titreyerek. “Elvan. Seviyorum seni.”
Kafasını ellerinin arasına gömüp hüngür hüngür ağlamaya başladı kız. Şimdi tekrar gitmesi gerekecekti o büyücüye. Unutma büyüsü bir süre idare edip sonra patlıyordu işte böyle. Ve Cenk’in her zaman olduğu gibi, olay çıkarmaması için dua etmeye başladı hem kendisi hem ikisinin ortak arkadaşları...

DOKTORUN ÇİLESİ

Bektaş Mümin operasyona konsantre olmak için müthiş bir çaba sarfediyordu. Zavallı kadın hemen önünde, kıpkırmızı olmuş, nefes alıp vermek ve ıkınmak için kendini zorlayıp dururken devamlı bir gün önce kaybettiği babası geliyordu aklına. Çok seviyordu onu. Aralarında nasıl da müthiş bir ilişki vardı... Ağlamasına ramak kalmıştı ki kadın bağırdı Allahtan. Kafasını sallayıp eğildi hemen. İşte geliyordu bebek. Şeffaf eldivenin yapıştığı uzun, düzgün parmaklarıyla küçücük kafayı tutup çekti. Ve kollarında havaya yükseldi çocuk. Ağlaması için ters çevirip kıçına bir şaplak atmanın zamanı gelmişti.
Ama o da ne?
Gülüyordu bebek kendisine.
Kaldırdı şaşalayarak. Salakça bir hisle sarmalanınca tüyleri diken diken oldu.
Yüzü... Yüzü babasının aynısıydı. Göz kırpışı...
Göbek bağını kesmesiyle çocuğu alıp kaçması bir oldu Bektaş Mümin’in. Kadın, hemşire ve dışarıda bekleyen yakınlar neler olduğunu anlayıp yaygarayı koparana kadar köye giden yolda ilk kilometreleri geride bırakması işten bile değildi. Dünyaya yeniden gelmişken babasını bir başka aileye bırakmaya hiç niyeti yoktu doğrusu...

HAYVANAT

Tuğçe sevgilisini hayranlık dolu bakışlarla izledi bir süre. Bir yerden içecek bir şeyler alıp gelecekti erkeklerin en şahanesi, en müthişi Ahmet. Kafeslere doğru döndü ardından, neşesini dört bir yana saçan o tatlı yüz ifadesiyle. Ellerini arkasında birleştirip topuklarını keyifli keyifli yere vurarak yürüdü. Ne kadar mutlu olduğunu düşünüyordu. Gökyüzüne baktı bir iç geçirerek. Masmavi, pırıl pırıl bir güneş. İçine bir serum gibi sızdı öğlenin huzuru. O esnada bir hırıltı onu çekip alıverdi hayal dünyasından. Başını çevirdiğinde kafesin parmaklıklarına çalım satarak yaklaşan kaplanı gördü. Ne kadar da güzeldi. Garip bir mırıltı ulaşıyordu kulaklarına. “Nooldu, acıktın mı canım?” diyerek güldü o. Mırıldanarak gözlerini dikip süzmeye devam etti kaplan. Dili dışarıdaydı. Gözleri... ve... mırıltı... ve gözler... Birden boşalıverdi bakışları Tuğçe’nin. Göz kapakları sonuna kadar açıldı. Beynine sızan küçücük bir ses... “Yanıma Gel!” Büyüdükçe büyüdü emir ve gündelik mantığın içeri sızmasını önledi benliğin kapısını kapatarak. “Tamam,” dedi o sonunda ve ağır adımlarla ilerleyip “Girmek Yasaktır” levhasının yanında uzanan çitin üstünden atladı. Kaplan yalandı bakışlarını bir an bile kızın anlamsız gözlerinden çekmeden. Uzandı Tuğçe’nin elleri öne. Demir parmaklıklar ile arasında on santim var yoktu.
Birden Ahmet’in güçlü parmakları kavrayıp geriye çekti sevgilisini.
“Naapıyorsun Tuğçe, delirdin mi allasen!”
Uyanıp irkilerek ama gerçekten de neler olduğunu anlamadan sevgilisine baktı o.
“A, Ahmet, geldin mi?”
Dönüp kafesin iç taraflarına yürüdü kaplan kıçını bir oraya bir buraya sallayarak...

HAZİNE AVCILARI

Kemal, Çoban Tuğrul ve Piç Yavuz’un arasında karanlık ormanın içlerine doğru mistik bir gerilim içinde ilerliyordu. Zenginlik düşüncesi üçünün arasında bir hayalet gibi dolaşıyor, bir ona bir şuna bir öbürüne uğrayıp bolca vaatte bulunarak tatlı tatlı gülümsemelerine yol açıyordu.
“Daha çok mu var be?” diye sordu Kemal daralan nefesini açmak için bir süre mola vererek. “Versenize bir bakayım şu haritaya.”
“Naapçan lan şimdi? Yürü hadi.” diye çıkıştı Piç Yavuz, “Biz günlerdir inceliyoz, merak etme sen, az kaldı.”
“Çok sabırsız kardeşim bu adam da yaa,” dedi çoban, sırtlan gülüşüyle. “Paraya çok ihtiyacı var sanki. He heh he!”
“Var tabi. Sizin ne kadar varsa o kadar var,” derken düşündü Kemal. Çoban ne demek istiyordu ki? Kendisinin işsiz olduğunu bilmiyor muydu? Güldü Yavuz da...
“İçin zengin senin Kemalcim, için. Onu diyo çoban.”
“Heee, onu diyom, he he hee!”
İkisi de gevrek sırıtmalarla sarsılmaya devam ederken çıkıştı Kemal:
“İç zenginliğine sokayım. Ağzımız kokuyo oğlum. Hadi be! Bi de essah çıkıyo mu şu küp muhabbeti!”
“Çıkacak oğlum, sen merak etme, yeter ki bizle birlikte yürümeye devam et.” dedi Yavuz.
“Hee, sen yanımızda dur yeter. He hee hee.” diye, sırıtarak katıldı Çoban.
Yeniden ilerlemeye başladılar. Çok geçmeden merakı baskın gelip yine sordu Kemal.
“Ayaklarıma karasular indi be. Hişşt, Yavuz. Çok var mı daha harbiden?”
Durdu Yavuz. Çevresine bakındı. Sonra Kemal’e cevap vermeden “Burası olabilir mi?” diye sordu Çoban’a.
“Hı hı.” dedi çoban. Ciddileşmişti.
Kemal’i heyecan bastı ansızın. “Nasıl lan? Geldik mi?” diye sordu titreyerek.
Yavuz’un seslendiği kişi yine kendisi olmadı. “Kazmayı çıkar bakalım.” dedi Çoban’a.
Bir daha sordu Kemal inanmazmış gibi. “Burası mı lan gerçekten? Yavuz!”
Yavuz ona bakıyor ama cevap verecekmiş gibi görünmüyordu. İhtiras dolu soğuk bir ışık kaplamıştı gözlerini. Haritanın gerçek olup olmadığı az sonra belli olacaktı, tedirgin olması normaldi. Anlayışla önüne bakıp malzemelerini çıkaracaktı ki bir soru daha geldi Kemal’in aklına. Allah Allaah? Nasıl böyle oluyordu ki?
“Pardon be Yavuz. Bu nasıl harita? Mihenk taşı falan yok mu yaa? Öyle göz kararı mı..? Ahhhh!!”

Ve susmak zorunda kaldı Kemal. Sırtına saplanan kazmayla yere yuvarlanıp toprağa yapıştı. O orada, can çekişip sarsılan vücuduyla yatarken hemen koşup başına çöktü diğerleri. Bir çabuk kazmayı çıkarıp sırtüstü çevirdiklerinde iğrenç kokan son nefesini küfredermiş gibi suratlarına yolladı Kemal. Onlar buna aldırmayıp bıçaklarını çektiler ve karnını boydan boya yarıp ellerini içine soktular.
Önce Piç Yavuz dışarı çıkardı ellerini. Çoban’ın burnunun önüne getirip bağırdı.
“İşte oğlum, bak, haritayı görünce olur mu hiç, sahte bu demiştin. Gördün mü, yalan değilmiş. Zengin olduk zengiiin!”
Avucunda, üstünü kaplayan kana ve gecenin karanlığına aldırmadan parıldıyordu zümrütler...

GOBARAK

Telefon çalınca sıkıntıyla yerinden kalkıp yürüdü Hasan bey. Tam da maç başlayacaktı. Uzanıp kulağına götürdü ahizeyi.
“Sakın Gobarak demeyin,” dedi bir ses.
“Gobarak mı?” diye sordu Hasan Bey, hemen ardından da bir küfür savurmayı düşünerek ve patlayıverdi beyni.
Yere düşen ahizeye “Beyniniz patlar,” demeyi başarmıştı gizemli sesin sahibi ama geç kalmıştı.
Duvarlardan yere dökülüyordu o esnada kanlı parçalar…

5 Şubat 2008 Salı

TÜRBE

Mahalle arasında, daracık bir odadaydı Susuz Evliya’nın yatırı. Saat yediye geliyordu ve Nevin hanım türlü işten sıyırtıp anca gelebilmişti oraya. Elleri yüzünde, oğlunun üniversite sınavını kazanması için dua ederken birden arkasında bir tıpırtı duydu. İçinde yeşeren ürpertiye uyup hızla dönerek baktı ve beyaz sakallı, zararsız görünüşlü yaşlı bir adamın kapıyı açıp içeriye girdiğini gördü.
“Kapatıyoruz hanım,” dedi adam.
“Ama, biraz dua edecektim,” dedi Nevin hanım.
“Yarın gelin,” dedi yaşlı tok sesiyle, yüzünde en ufak bir tebessüm olmaksızın ve ilerledi yatıra doğru. Sonra bekledi kadın dışarı çıksın diye. İtiraz etme fikri uçup gitti Nevin hanımın aklından. Tıpış tıpış dışarı çıkıp bir yirmi metre yürüdükten sonra anca geri döndü düşünceler. Dönüp türbenin kapısına baktı. Adam niye içerde kalmıştı ki? Orada ne yatacak ne de oturacak bir yer vardı. Temizlik mi yapacaktı akşam akşam? Merak arkasından yaklaşıp dürtükleyiverince çabucak geriye döndü. Üstteki camdan içeriye bir göz attı. Elini ağzına götürdü sonra hayal kırıklığına uğramış gibi. Bir kez daha baktı ardından. Kimse görünmüyordu. Çekinerek çevirdi kapının tokmağını. Ses gelmeyince içeriye attı adımını. Kocaman gözleriyle bir daha gözden geçirdi daracık yeri. Allah Allah, diye mırıldandı. Nereye gitmişti bu adam canım? Sonra birden aklına düştü o garip fikir. Olabilir miydi? Yatıra girip orada uyuma edepsizliğinde bulunabilir miydi bir insanoğlu? Hem de öyle yaşlı bir zat. Bu soruya cevap bulmadan şurdan şuraya gitmeye niyeti yoktu. Yavaş adımlarla yaklaştı. Kapağa elini dayadı bir. Sonra nefesinin daraldığını hissetti. Heyecan gittikçe artıyor, baş örtüsünün altı terle doluyordu. Daha fazla bekleyemeyecekti. Adam oradaysa dışarı kaçar, hemen polisi çağırırdı. Ya da esnafı toplardı buraya... Ansızın tutup kaldırdı kapağı ve şaşarak durdu. Boştu içerisi. Ne bir insan ne de başka bir şey vardı.
Arkasında bir tıpırtı duydu o sırada. Tüyleri diken diken olurken hızla çevirdi vücudunu.
Yaşlı adam içeri girip baktı ona buz gibi. “Kapatıyoruz hanım,” dedi sonra.
Nevin hanım, adama çarpıp çarmadığını bilmeden delirmiş gibi dışarı attı kendini ve baş örtüsünü, ceketini, ayakkabılarını birer birer atıp yollarda koşturmaya başladı...

TABUTTAKİ ÖLÜ

Cemaat çevresine doluşmuş, masif ceviz tahtadan ağır tabutu tutuyor gibi yapıyor, yükü omuzlarına almış dört beş zavallı da ölümün acımasız ağırlığı altında iki büklüm eziliyordu. Birden bir kıpırtı oldu. Sağ arka taraftaki adam dengenin bozulduğunu görüp biraz kalkındı. Toparlanmışlardı ki bir daha sarsıldı tabut ve bir “Iıhhı!” sesi eşlik ederek bu dengesizliği kat be kat perçinledi.
“Nooluyo be!” dedi şişkoca bir adam.
Ve diğerleri cevap veremeden birden tepelerinde korkunç bir debelenme yaşandı. Tabutun çatırdayarak açılmasıyla, insanların onu bırakıp kaçışması aynı ana denk geldi ve yere çarpınca kapak bir başka yana savrulup bembeyaz, şaşkın suratıyla ayağa kalkmak için uğraşan ölüyü açıkta bıraktı.
“Öhhö höh,” diye bir ses çatallanarak havaya yayıldı. Kalktı o. Rengi gitmiş ellerini öne kaldırarak yürüdü, tabuttan çıkıp. Dualar, korku dolu haykırışlar gırla gider ve herkes önünde kıçlarına neft yağı sürülmüş gibi kaçışırken hızlandı. Sonra birden, dizleri korku içinde titreyen, her yanına ter yürümüş, gözleri dehşetin korkunç soluğuyla nemlenmiş o gariban polisle karşılaştı.
Zangırdayan elin sımsıkı yapıştığı silah tam burnunun ucundaydı. Konuşmak istedi, ama bir kez daha, garip bir homurtudan başka bir şey çıkmadı boğazından.
Ve patlayan silah kesiverdi sesini.
Bayılan polis iki kez ölen adamla aynı anda düştü yere.
Böylece pek de bir şey değişmemiş oldu. Ölüyü tekrardan tabuta koyup mezarlığa yollandı kalabalık. Sadece biraz sinirleri bozulmuştu...

ANTONYUS

Kaportacı olan sahibinin Antonyus ismini verdiği papağanın hikayesi de oldukça korkunçtur. Antonyus içine şeytan giren ilk papağandır. Ya da bilmediğimiz başka örnekler varsa da, cangılların ortasında yaşadıklarından görülüp incelenmesi pek mümkün olmamıştır. Şeytan’ın, kendisine neden papağanını seçtiğini anlayamayan Haşim usta üç yıl kadar hayvanın iğrenç oyunlarına katlanıp, kimbilir kaç sefer karakolluk olduktan sonra Antonyus’u bedavaya katıksız bir hayvansevere verip kurtulmuştur. Sonrasında da çeşit çeşit insana satılan ve ne yazık ki uzun yaşamasıyla ünlü bu hayvan da böylece, uzun yıllar boyunca sayısız kötülük yapma olanağına kavuşmuş ve zorla bir süre dayandıktan sonra kendisini öldürmek için yanıp tutuşan kızgın insanlardan kanatlarının da yardımıyla her seferinde kurtulmayı başarmıştır.
Genç çiftleri kıskandırıp ayrılmalarına neden olmak, balkondan sahibinin sesini taklit ederek komşulara ve yoldan geçenlere saydırmak, akşamları uyuyanları su sesi çıkararak işetmek, evden telefon açıp itfaiye, emniyet amirliklerine asılsız ihbarlar vererek sahibinin başını derde sokmak, ev hayvanlarının üstüne benzin döküp yakmak ve daha nice şeytanlıkla benim diyen adama külahını ters giydirmekten usanmayan bu kuşun hazin hikayesi bir petshop’tan alelacele bir imama satıldığı o güne kadar sürmüştür. Sahibi içinden şeytanı çıkardıktan sonra, geri kalan günlerini sakin geçirip mutlu bir şekilde ölmüş, arada bir dellenip şeytana küfür etmesi İmam efendiyi ziyadesiyle mesut ettiği için de bir sorun teşkil etmemiştir...

YAŞLI DİLENCİ

Çöplerin atıldığı dar sokağın girişinde, ateşin biraz ilerisinde oturuyordu yaşlı kadın. Gözleri buruş buruş büzüşmüştü içeriye doğru. Avurtları çökük, derisi yüzlerce yarıkla doluydu. Kafası çevresinde bağrışan, itişen kart çocuk seslerinin peşinde dönüyor, aradığını bulamamış gibi dişsiz ağzını şapırdatarak önüne dönüyordu her seferinde. Az önce suya batırılıp avucuna konan ekmeğin ucunu anca yiyebilmişti. İki kurumuş köfteyi sıkıca tutuyordu diğer elinde. Üstündeki paçavralara gömülmüştü ve yanına getirilip konulan tenekenin içindeki korlaşmış odun parçalarının etkisiyle hiç de üşüyormuş gibi gözükmüyordu...
Sadi, kel kafasını ovuşturarak geldi. Ayağını kaldırıp tekme atacakmış gibi hızla savurdu ve tam da hedef aldığı burnun yanında tutmayı başarınca keyifle güldü. İrkildi kadın görmeyen gözleriyle. Damağını şapırdatıp dururken havayı kokladı sanki ne olduğunu anlayacakmış gibi...
“Sadi, oraya gelirsem ananı sikerim bak!” dedi Ahmet.
Onun sesini duyunca yüzü ışıldadı kadının. Kendisini ne zamandır annesiymiş gibi kollayan çocuğa duyduğu minnet tek dişinden yansıyıp gecenin karanlığına atladı..
“Ne var lan?” dedi Sadi kafasını sallayarak.
“Ebenin amı var, sikik, çekil anamızın yanından,” diye bağırdı Ahmet ve ayağa dikilip dövüş pozisyonu alması sözlerine inanılmaz bir etkileyicilik kattı. Onu gören on altı yaşında olduğuna inanamazdı. Hayat tırmık ata ata derisini köseleye çevirmiş, tükürüklerinin asidiyle yüzünü iyice bir kırıştırmıştı. Diğer çocuklar da şarlayınca Sadi bir küfür savurup geriye çekildi ağırdan.
İşte dört beş adamın sokağa dalması tam da o zamana denk geldi. Ahmet’in bir süredir elini avucunu ovuşturup durması üşüdüğünden falan değildi. Ateş falan palavraydı. Endişe üstüne hücum etmiş, ne kadar bali çekse de başlarına gelmesi muhtemel korkunç şeylerin beklentisiyle her yanını kavurup duruyordu zaten karanlık çöktüğünden beri. Ne zamandır tehditler gırla gidiyordu, çekip başka bir yerde tezgah açmaları için. Dükkanlar barlar, mafyaya başvurmuştu onların ortadan kaldırılması için. O gün de bir herif gelip kendilerine manyeli çakmıştı ama nereye gideceklerdi ki? Diğer yerde de aynı şey olmayacak mıydı? Hiç değilse burada bazen dilenerek bazen zorla bir iki lokma giriyordu ağızlarına. Kaçmak üzere ayağa dikildiklerinde sokağın diğer tarafından pörtleyen şekli bozuk herifler umutlarını tamamen yok etti. Orada sıkışıp kalmış, baktılar mal gibi, yüzleri vahşi.
“Naabersiniz lan analarını siktiklerim,” diyerek ilerledi göbekli, kel bir adam olan Kazım. “Siktirip gitmediniz ha hala burdan?”
Sustu Ahmet yüzü kireç gibi. Cebindeki çakısına elini götürmeye bile yeltenmedi. İşleri bitmişti.
“Ne demiştim ben... Dübürünüze kayarım dememiş miydim lan? Ha? Neyinize güveniyonuz it oğlu itler!”
Bağırış yankılandı sokağın döküntü duvarlarına başını çarpa çarpa. Kadın havayı koklarken kuru eli öne doğru kalktı. Bir sızlanma döküldü dudaklarından, neredeyse kendisine bile ulaşmayacak bir güçsüzlükte. Demir çubuklar havaya dikildi. Ağlamaya başladı küçükten bir iki çocuk. “Bokunuzu yiyeyim ağbi,” gibisinden laflar döküldü çoğunun dilinden. Ama para etmeyeceği belliydi böyle şeylerin. Küfür ve tehditlerle ileri atıldı herifler. Ahmet kafasına inen demirle yere yığıldı az sonra. Saniyesinde bir tona ulaşan kafasını zorlukla kaldırdığında dudaklarına sıcacık bir kan sızıyordu. Diğer çocukların acımasızca dövüldüğünü görebildi böylece. Kerem ayağa dikilip bir yumruk savurmaya çalışınca Kazım’ın silahı hemen doğruldu. Göğsünden vurulup geriye uçtu Ahmet’in çocukluktan en yakın arkadaşı.
“Hayıır!” diye bağırdı o.
Ve birden ayağa dikildi yaşlı kadın. “Ahmet!” diye bağırdı genizden gelen hırıltılı sesiyle. Bastonu şimdi elinde sanki bir müzikalden aşırdığı süs eşyası gibi gereksiz, sallanıyordu. Orada öyle bir kadın yokmuş da ansızın ışınlanmış gibi durup ona baktı tüm adamlar.
“Ne var lan sikik?” diye bağırdı Kazım abartılı bir gülüşle. “Sen de mi sopa istiyon kart orospu?”
Birden bir gülüşle yayıldı kadının ağzı. Gençleşmişti sanki. Gördüklerini anlamlandıramadan baktı Ahmet. Yaşlı, buruşuk göz kapaklarının pat diye açıldığını görünce kafasına çöreklenen ağrı uçup gitti. Ellerini koyup doğrulmaya çalışırken de ne zamandır kendi elleriyle beslediği zavallı anacığının göz çukurlarında kıpkırmızı bir şeyler olduğunu görerek dumur oldu. Kazım tam bir şey daha söyleyecekken susup kalmış, öndeki ayağını istemsizce geriye çekmişti.
O anda...
Bir ışın fırladı gözlerden. İlkönce Kazım’ın şişko vücuduna dolanıp yakıverdi. Dar aralığa doluşmuş adamların ağzı bir karış açılırken de bir çocuğun boynuna demir çubuğunu dolamış boğmaya çalışan bir başkasını yakaladı. Sanki iğrenç bir çığlık eşlik ediyordu ona. Küle dönüşen kollardan sıyrılıp taş zeminde tangırdadı sopa. Böylece müthiş bir panik başladı. İnleyerek yerlerinde dönmeye, kaçmaya çalışan adamlar ışının hızına ulaşamayarak birer birer eriyip giderken çocuklar kendilerini yere atmış, faltaşı gibi gözleriyle neler olduğunu görmeye, anlamaya çalışıyorlardı. Yanık kokusu burunlarına kesif kesif dolar, o güne kadar neler görmüş mideleri boğazlarına doğru basınç yaparken ayağa kalktılar bir süre sonra. Kekeledi bir tanesi titreyen eliyle ileriyi göstererek.
Yaşlı kadın yeniden iki büklüm olmuş, bastonuna ağırlığını vererek uzaklaşıyordu, ana caddenin ışıklara boğulmuş tozlu havasının içine doğru. Yoğunlaşıp damlaması kesilen kanları silerek bir iki adım öne çıktı Ahmet. “Anacım!” dedi bir. Kadın durdu. Bekledi sallanarak. Sustu ama o. Ne diyeceğini bilememişti. Ansızın geri dönecek diye bir korku oturdu çocukların içlerine bir saniyeliğine. Ama yaşlı kadın yeniden yürümeye başladı ağır aksak ve kaybolup gitti trafiğin içinde.
Ahmet onu bir daha asla göremeyeceklerini biliyordu...

REENKARNE

Mustafa çökük avurtları, düşük omuzlarıyla bir hayalet gibi ilerleyip kapıyı açtı ve orada altı yaşındaki küçük oğlunun deli deli dönen hiddetli gözleriyle karşılaştı.
“Nerdesin sen Mustafa,” diye bağırdı çocuk cırlak sesiyle. “Saat kaç biliyor musun ha! Çabuk içeri geç. Yemek hazır. Elini yıkamayı da unutma, hadi marş marş.”
Başını önüne eğip “Özür dilerim,” diyerek tek katlı döküntü evin küçücük tuvaletine daldı Mustafa. Gözüne yaş yürümüştü kaderine lanet ederken. Kimin başına gelirdi ki böyle bir şey. Doğumda, bir gün önce ölen patronunun ruhu oğluna geçmiş, şimdi de başına musallat olmuştu. Büyüyüp işi yeniden ele geçirmekten başka bir şey konuşmuyordu bütün gün. Arada yanına takılıp fabrikayı ve üretimi inceliyor, bir sürü kumpas düşünüyor, evde de onları susta durduruyordu.
“Ama inşallah,” dedi kendi kendine mırıldanarak, “inşallah unutmaz bu yaptıklarımızı yeniden patron olunca...”

YOGA

Tam onbir yıldır yoga yapıyordu Atilla. Artık olduğunu hissediyordu. Hoca eşliğinde çalışmayı bırakmış, kendini bazı önemli numaraları gerçekleştirmeye adamıştı. Şu anda meditatif pozisyonda bağdaş kurmuş, derin derin nefes alırken de bir türlü gerçekleştiremediği bir şeyin peşindeydi. Sıçrama. Bazı ustaların yerden iki metreye kadar havalandığını biliyor, kıçı bir santim bile oynamadığı her seferinde müthiş bir ümitsizliğe kapılıyordu. Bir yıldır her gün, sadece bu numarayı çalışmak onu psikolojik açıdan bayağı bir yorsa da yine kapanmıştı işte odasına. İki saattir, müthiş bir konsantrasyonla ağırlığını ortadan kaldırmak için uğraşıyordu. Ve aniden, onu sarsan bir şeyler hissedince içi pırpır etti. Tam karnında, evet, büyük bir güç birikmesiydi bu. Odaklandı ve heyecandan kesintiye uğrayan soluklarının denetimini yine ele geçirdi. Bir şeyler olduğuna emindi artık. Enerjinin yoğunluğunu algılamamak imkansızdı.
Ve birden, müthiş bir hızda havaya fırladı.
Tavana geçivermiş, patlayan kafasından kanlar boşanırken, kırık boynuyla tekrar yere düşmüştü.
Nefes onu terketmişti.
Yani ölüydü...

YAŞLININ SAĞLIKLISI

Önemli bir gezi dergisinin fotoğrafçısı olarak bir kez daha yollardaydı Burak. Dağ köylerinden birine yaklaşıyordu. Vadinin içine gömülmüş bacalardan çıkan dumanları görmüştü bir saat kadar önce. Ve şimdi bozuk yoldan aşağı inerken bir hayrata rastlamanın sevincini taşıyordu. Demir borudan akan buz gibi suyu avucuna doldurup ağzına götürünce üstüne çöken yorgunluk geri çekilip yerini tatlı bir ferahlık duygusuna bıraktı. Off! Enfes bir suydu bu. Çöküp avucunu baraj gibi kullanarak kana kana içmeye başladı. O esnada da tatlı, cilveli kıkırdamalar duydu. Ne zamandır yollarda olmanın getirdiği açlık kadınları da kapsıyordu. O yüzden hemen doğrulup arkasına baktı ama gördüğü yaşını artık kendisinin bile bilmediği belli olan buruş buruş bir kadındı. Sivri burnu neredeyse ağzına girecek gibiydi. Küçük kara gözleri yuvalarında dönerken bastonuna dayanarak yaylanıyor, dökülmüş dişlerini ortaya sererek gülücükler saçıyordu. Burak da ona güldü.
“Nasılsın anacım, iyi misin?”
Kıkırdadı kadın. Onu ayaktan başlayarak başına kadar süzüp yalandı.
“Huuu. Anacım, merhaba diyorum. Aşağıdaki köyden misin?”
Başını salladı ihtiyar hevesle. Sonra topallaya topallaya yaklaşıp bir daha süzdü Burak’ı.
Sıkıldığını hissetti o. Bu yaşlı kadın kendisine sulanıyor muydu yoksa? Kararını verdi hemen. “Hadi anacım, kendine iyi bak,” diyerek çantasını toplayıp yola koyuldu. Ancak kadın bastonuyla seke seke ilerlerken peşini bırakmaya hiç de niyetli görünmüyordu. Burak hızlansa da para etmedi. Bir zaman sonra gülerek durdu. “Anacım,” dedi. “Nereye gidiyorsun? Bırak peşimi, bak dedikodu çıkaracaklar. Ha ha!”
Kadın onu dinlemiyormuş gibi, vücudunu inceleyerek yaklaştı. Üstünde et namına bir şey kalmamış, tırnakları şekilsizce uzamış elini uzatıp önce kol kaslarını elledi. Bacakları okşamak üzere uzanınca Burak “Hoop, ayıp oluyo ama,” dedi kadının kolunu tutarak ve dönüp hızla yürümeye girişti “Hadi, sağlıcakla kal,” diyerek. Köyün girişine kadar da durmadı. Orada katırında fındık çuvallarıyla evine giden bir köylüyü yakaladığında baktı ki kadın tepede durmuş kendisini seyrediyor. Sorunca köylü güldü. Kadının meczubun biri olduğunu söyledi ardından. Burak el sallayıp öpücük gönderince elini tutup kendisini çekiştirdi ama. Demek ki köyden önemli bir adamın anası falandı. Beraberce, bu konuyu bir daha konuşmadan muhtarın yanına yollandılar.
O gün Burak meyve ağaçları ve otantik yapılarıyla kendisi için cennet sayılan bu köyde bir sürü fotoğraf çekti köyün çocuklarıyla şakalaşıp köpeklerini kovalayarak. Ama gerçekten, her şey içine sinmişti doğrusu. Akşam iyice inince muhtarlarda harika bir yemek yiyip kendisi için hazırlanan misafirhanenin yolunu tuttu gönül ferahlığıyla. Dergiye sunacağı öyle materyal birikmişti ki elinde...
Gözleri günün yorgunluğuna yenik düşerken, kitabı yana düştü. Yüzünde tatlı bir tebessüm vardı kendinden geçerken.
Uyandı sonra.
Sabah olmuş, kuş sesleri odanın beyaz kirecinde yankılanmaya başlamıştı. Doğrulmak için elini yana koydu. Boşlukta kayıp arkaya düşünce yüzü bulandı biraz. Ne olduğunu anlamamıştı. Sonra başını kaldırıp her yanına bakıverdi bir anda. Gördüklerine inanmadığı için gözlerini kapayıp bir kez daha açtı. Daha uyanmadığını düşünmüştü bir ara. Düştüğü kabusa koca bir küfür patlatarak bir daha kalkmaya davrandı ama hayır, tekrar sırt üstü düşüp kaplumbağa gibi kalakaldı yerinde.
Sonra gözleri sonuna kadar açılıp, başını savurarak delice haykırmaya başladı.
Kolları ve bacakları... Yoklardı yerlerinde!
Neredeyse kökünden koparıldıkları yer sanki dağlanmış gibiydi. Günler sürecek bir iyileşme süreciyle anca ulaşılabilecek bir düzeyde.., ustaca kapatılmıştı! Yatakta yatan sanki o değil de yılların dilencisiydi.
Öylesine bağırıyordu ki, köylülerin içeriye doluşması çok sürmedi. Giren ağzını tutuyor, kusmak için kendini dışarı atıyordu bir çoğu. Bazıları, böyle bir şey daha önce başlarına gelmiş, ya da beklenilebilir bir şeymiş gibi kafalarını sallıyorlardı.
Sonra her şey çok hızlı gelişti o bayılmışken. Jandarma çağrılmış ve civarda oldukları için iki saat içinde köyde bitmişlerdi. Burak’ı sedyeye koyup arabaya taşırlarken uyandı. Halini görür görmez ağlamaya, bağırmaya başladı yine ama ne kadar uğraşsa da sallayıp sağa sola vurabileceği ne bacağı ne kolu vardı.
Ve tam da onu arabaya sokarlarken “Duruuun!” diye bağırdı. “Duruun, yalvarırım!” Başını olabildiğince yana eğmiş, sedyenin de dengesini bozarak pörtlemiş gözleriyle ilerideki tepeye bakıyordu.
Orada parendeler atıp, beygir gibi koşturan, yerden koca koca taşlar alıp aşağıdaki dereye savuran birisiydi görmeye çalıştığı.
Bu o kadındı. Evet evet, yemin edebilirdi buna.
İçeri konup kapılar kapandığında ağlamaya başladı. Artık doğrulamıyor, arabanın tavanından ve koltuklardan başka bir şey göremiyordu.

GEÇİŞ

Gözlükleri kenarlara basınçla geçmiş, kalın camın üstü buzlaşmış kar taneleriyle kaplanmıştı. Kazma elinde sarkıyor, kaya tırmanışını bitireli bir saat olmasına rağmen beline asmayı akıl edemiyordu. Yüksek irtifa, heyecanıyla birleşince soluklar bir battaniyenin arkasından çekiyormuşçasına zor geçiyordu göğsüne. Karla kaplı geniş alan rahat bir eğimle zirveye doğru uzanıyordu. Azim çoktan kesilmiş bacak kaslarına gerekli adrenalini gönderince eğilerek tekrar yürümeye başladı. En çok üç saat sonra sayılı dağcılardan birisi olacaktı o zirveye bayrağı diken. Gurur duyacaktı ülkesinin başarıya aç, zavallı insanları. Gülümsedi. Kafasını kaldırıp bir kez daha bakmak istedi doruğa ve şaşkınlık içinde, gözlerini birkaç kez kırpıştırarak o inanılmaz şeyi gördü. Yüz metre kadar ileride bir kapı vardı. Enerjiyle parlayan, hatta karlarda yansıyıp gözünü alan sapsarı bir kapı. Neler olduğunu anlamamıştı. Önce tedirgin sonra büyük adımlar attı. Ardından elinden geldiğince koşturdu. Kapının yanına vardığında yere düştü. Başını kaldırdığında nefessiz kalmasını umursamadan oraya baktı ve enerji ışımalarının arkasında hayal meyal gökyüzüne uzanan doruğu gördü. Bir kaç kere düşmesine rağmen sonunda değneğine yapışıp doğruldu. Nereden çıkmıştı bu kapı? Nereye geçiş sağlıyordu? Mistik duygular ne kadar korksa da ileri ittirdi onu. Elini uzatıp enerjinin içine soktu. Bir karıncalanma hissetti vücudunda. Ardından bir rahatlama. Sanki dinçlik yürüyordu göğsüne. Biraz daha yaklaştı. Meraktan ölecekti. Tanrı muhakkak bir mesaj veriyordu ona. Belki de bir ödül. Oraya kadar yapayalnız, türlü zorluğu aşıp geldiği için. Evet. Kapı açılmıştı işte önünde. Adımını attı. Bir an duraksadı sonra. Bir kısa soluk daha aldı ve geçiverdi diğer tarafa.
Gözlerini kırpıştırdı bol bol. Trafik sesleri kulaklarına dolarken buğulu bir cam silinince nasıl ortaya çıkarsa öyle beliriverdi görüntü. İki gün önce tırmanışa başladığı şehrin meydanına geri gelmiş, üstündeki giysilerle şaşkın bir uzaylı gibi dönüyordu çevresinde.
İnsanlar onu gösterip gülerken “Siktir be,” diye bağırdı. “Hay ağzına...”
İnanamıyordu, zirveye ulaşmasına bu kadar az kalmışken yine yola çıktığı yerdeydi. O kapı gibi onlarcasının yüzlerce yıl önce güçlü bilgeler tarafından, kısa zamanda aşağı inmek, şifa bekleyenlere çabuk ulaşmak için açıldığını bilse de umurunda olmazdı. Şu anda duyduğu tek şey öfkeydi. Bütün o zorlukları bir daha çekmek zorunda kalacak olmanın getirdiği inanılmaz çaresizlikle içinde köpürüp büyüyen korkunç öfke...

ÇOCUKLUK

Ercan’la Salih arabaların vızır vızır aktığı yolda yavaş yavaş yürümekteydiler. Geleceklerine basmaktan korkar gibi görünüyorlardı. Üstlerine alacakaranlığın depresif örtüsü inmiş, yaşamdan bunalan yüzleri çaresizliğin gölgesiyle kaplanmıştı. Yerleşim yerlerine bir kilometre kadar uzaktaydılar. Tek tük gece lambalarından ziyade virajda o tarafa yönelen ışıklarla görebiliyorlardı aşağıda uzanan ormanı.
“Hay sıçayım be,” dedi Ercan. “Hayat mı bu lan!”
Ona baktı Salih bir şey söylemeden. Hiçbir şeye hali yoktu o sırada. Eve gidip televizyon izlemekten başka bir şey düşünmüyordu.
“Sıkıntı sıkıntı sıkıntı,” diye devam etti Ercan. “Ulan bir çocukluğuma dönsem...”
Lafların arkası gelmedi. Çünkü ansızın yok olmuştu ortadan Ercan.
“Ulan!”
Salih zınk diye durmuş, arkadaşının az önce yürüdüğü yere bakmıştı afallamış bir halde. Ağzı neredeyse göğsüne kadar sarkmıştı. Dönüp anlamsızca diğer yerleri de gözden geçirip yine o tarafa döndü. “Ercan, Ercan, nerdesin oğlum?” Şaşkınlığı soğurken tüyleri de ayağa kalkıyordu. Karanlığın içinde, tırsmış bir kedi gibi kabararak durup, pörtlemiş gözlerini yuvalarında çevirdi. “Ercaaan!”
Ardından korku içinde koşturmaya başladı. Bir şey almıştı arkadaşını yanından. Sıra kendisindeydi belki de. O, deli gibi koştururken yanına bir araba yaklaşıp korna çaldı. Sonra bir daha. “Ulan baksana dallama Salih,” dedi bir ses. Yavaşlayıp anlamaz gözlerle arabaya baktı o. Dumur denen o beter duygu üstüne çullandı bir anda. Ercan’dı bu! Son model bir porsche’un içinde oturuyor ve pişmiş kelle gibi gülümsüyordu.
“Oğlum, nereye kayboldun, bu araba da nerden...” Sözlerine devam edemedi Salih. O sapıkça hissi zorlukla yutkundu. Karşısındaki Ercan gibi gelmemişti ona birden. Sorular kafasının üstünde harmandalı oynarken Ercan konuştu: “Bilader, anlamıyor musun ben çocukluğuma döndüm. Bir daha yaşadım tüm yaşamı. Ama seni de hiç unutmadım. Ha ha ha. Hala aynı mal Salih misin diye bakayım dedim. Şu salak suratı görmek için taa NewYork’tan geldim buraya.”
Arabaya yaklaştı Salih. Elleri zangır zangır titremeye başlamıştı.
“Yaa,” diye devam etti Ercan o küstah gülüşüyle. “Bambaşka bir hayat sürdüm bu sefer ve bak, nasıl da zenginim, görüyor musun taşak kafa.”
“Olamaz,” diye sayıkladı Salih.
“Bal gibi de oldu işte götoş,” diyerek öne uzandı Ercan. “Al bakalım, bu kartım. Kendini toparlayınca beni ara, belki sana da ayarlarız bi işler. Şimdi kaçmam lazım koçum, iki fıstıkla randevum var.”
“Ercan,” dedi Salih ama araba müthiş bir hızla öne atılmış, neredeyse betonu halı gibi çekip arkasına atmıştı. Her salise daha da hızlanarak ilerledi. Gecenin loşluğunda bile görüldü betondan yükselen tozlar ve birden, tam kavşakta bir arabayla içiçe geçti Porsche. Gacırtılar, çatırtılar, kırılan camlar kulağını yırttı geçti Salih’in. Bir kez daha Ercan, dedi o ve silkinip koşturmaya başladı arabaya. Farlar çevresinde dönerken kaderin ne kadar da cilveli bir orospu olduğunu çok iyi anlamıştı...

KARE DESEN

Masada yedi kişi vardı. Önlerinde kanla çizilmiş bir halka, içine konulmuş yarı canlı bir tavşan vardı. Hayvan yaşamasına rağmen karnı kurtlanmış, gözleri kurumuştu. Mumun titrek ışığı gölgeler içinde kuşkulu gözlere korkulu parıltılar saçıyordu. Keçi sakallı adam oldukça ciddiydi. Ne zamandır bir şeyler mırıldanıyor, seçilen ruhu harekete geçirecek büyüleri ard arda sıralıyordu. Sonunda kalın sesiyle “Ey ruh, ey yüce ruh geldiysen masaya üç kez vur!” dedi ve bekledi diğerleriyle birlikte. Bir uğultu yalayıp geçti camı. Tekrarladı adam isteği. Dışarıda bir köpek uludu ve birden gümp diye bir ses geldi. Telaşla doğruldu konuklar. Elleri masanın üstündeydi ve hiçbir şey hissetmemişlerdi. Nereden gelmişti ses? Hayret dolu yüzlerini medyuma çevirdiler hemen. Niye buruşmuştu ki suratı? İkinci gümp sesi bayağı bir açıklayıcı oldu. İnleyerek sarsılıp düşecek gibi oldu medyum. Ağzından kan geldi. Sonra bir gümp sesi daha ve yarıldı adamın göğsü. Gömleği kan içinde kalmış, güçsüz bir çığlık atarak yere devrilmişti.
Korkuyla başına toplandı konuklar. Ve sordu birisi. “Nooldu ya?”
Aralarından bir ikisi kaçmayı yeğlemişti.
O sırada medyuma gözlerini dikmiş bir adam bağırdı. “Anladım neler olduğunu?”
Ona döndü kalanlar. Hemen bir açıklama bulamazlarsa öleceklerdi korkudan.
“Medyumun gömleği,” dedi adam. “Masa örtüsü deseninde. Bu ruhu şaşırttı herhalde!”

DOĞAL SÜRPRİZ

Tutuşan göğsüne iki yumruk koyup, “Aaaaah ulen aaaahh!” diye dert ve bira yüklü bir nefes saldı Bülent. Sonra sanki içine biri girmiş gibi yanık bir ses fırladı ağzından:
“Kaderime ağlarııımm, ağlarım gidişineeee!
Susuşuma yanarıııımm, bıraktım seni niyeeee!”
Kıpkırmızı gözlerle taa beş kilometre ileride bir apartman dairesinin içine kadar baktı.. Beyaz bacaklarıyla yorganı üstünden atmış, kıçını havaya dikmiş yatarken hayal etti Burcu’yu ve yine tutamadı o mis kokulu nefesini.
“Eahhh, ulen aaahh!”
Sonra bir de baktı dalları yola uzanmış yaşlı, dazlak bir ağaca yaslanıyor. O anda eski bir dost gibi en umulmadık anda gelen harika fikirle heyecanlanıp titreyiverdi. İşte bu! Çakısını çıkarırken mahalledeki bütün ağaçlara aşkını kazımaya karar vermişti. Soğuk çelikl ayın soluk ışığını üstüne alarak titrek, heyecanlı bir ata binmiş gibi ilerledi. Bülent gözlerinden bir damla yaş süzülürken hırslanıp çakıyı kabuğun üstüne gömdü.
“Iııhh!”
Aşağıya doğru inecek, Burcu’nun B’sinin ilk çizgisini atacaktı ki birden boynunu kavrayan bir şeyle irkildi. Tüyleri diken diken olarak kendini yana atmaya çalıştı ama geç kalmıştı. Sert bir boruyla galiba boynunu sıkıyorlar, onu havaya kaldırmaya çalışıyorlardı. Burcu’nun ağbisi olabilir miydi bu? Arkasına tekme yanlara yumruk savurdu ama kimseye denk gelmedi.. Boğazı cendereye girmiş, gözlerine yaş basmıştı. Konuşmaya çalışırken havaya kalktığını hissetti ve bu son şaşkınlık, kapattı çenesini.
Ağaç kuru, içi doldurulmuş bir yılana benzeyen dalını uzatarak onu iyice havaya kaldırmıştı. Boğulana kadar salladı. Başı yana düştüğünde bir başka dal zıpkın gibi girdi midesine.
Bu arada alt dallar hemen önündeki toprağı kazıyor ahlaksız bir gübre için yer açıyorlardı...

TELEVİZYONUN SUNDUĞU

Kerem on altı yaşında, sarı saçlı, kepçe kulaklı, öğrenme güçlüğü yüzünden orta üçte takılıp kalmış sevimli bir çocuktu. Televizyon izliyordu gözlerini dört açmış. Ekranda beliren görüntüyü görünce önce ellerini ovuşturdu, sonra da ayağa dikildi. Haiti’den manzaralar gösteren bir magazin programıydı onu heyecanlandıran. Televizyona doğru yürüdü Kerem. Hipnotize olmuştu sanki. Elini ileri uzatıp cama dokununca elektrik akımı bileğine kadar yürüyüp titretti vücudunu. O geri çekilmedi. Diğer elini de uzattı. Akım maviye dönüp sardı kollarını. Kafası eğilmişti bu sırada Kerem’in… Uzanıp içeriye atlayıverdi ve ekrana düşüp kumsalda şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Sonra koşturup çıktı görüntüden. Beş altı saat kadar sonra bir şehrin sokaklarında dillerini bilmediği insanlara telefonu gösterip jeton istemeye çalışıyordu. Sonunda birisi acıyıp biraz bozuk para tutuşturdu eline. Koşturup numarayı çevirdi Kerem. Az sonra annesi telefondaydı.
“Anne, ben Haiti diye bir yerdeyim, sıkıldım ya, alın beni buradan.”
“Allahın cezası,” diye bağırdığı duyuldu kadının. Yoldan geçen birkaç zenci sesin yoğunluğundan etkilenip o tarafa çevirmişlerdi başlarını. “Yine mi yaptın şunu. Gözün körolmasın. Nasıl alıcaz seni? Allah senin belanı versin e mi! Ne diyim ben san…”
Kesildi telefon. Şimdi Kerem hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı…

AMBULANS

Fethiye hanım yatağından kalkıp koca kıçını iyice geriye çıkararak cama doğru ilerledi ağrıdan müzdarip bacaklarıyla. Odasının duvarına yansıyan ışıkları görmüş ve o muhteşem merakına gem vuramamıştı her zaman olduğu gibi. Hızla salonun camına varıp aşağıya baktığında orada duran ambulansı farkederek “Allah Allah!” dedi ama, aslında bu olasılık aklına gelmemiş de değildi. Kaçıncıydı bu canım! Düşünürken üçüncü gece olduğunu çıkardı ve cıkcıklarını arttırarak koca gözlüklerle donattığı gözlerini aşağıdaki arabaya dikti. Öylece duruyordu işte. Ne bir hastabakıcı iniyor, ne de apartmandan birileri çıkıyordu. Bu sefer bırakıp gitmeye hiç niyeti yoktu Fethiye hanımın. İyice meraklanmış, uykusu da kaçıp gitmişti. On beş dakika boyunca, kapıları açılmadı ambulansın. Sonra da sirenlerini öttürerek çekip gitti.
Ertesi gün Fethiye hanım tüm komşuları dolaştı. Kimseden dişe dokunur bir yanıt alamayınca da iyice şaşaladı. Karşı apartmanları da araştırması lazımdı ama o gün üşendi buna. Ayrıca orada birilerine gelse onların evi önünde dururdu araba. Neyse, inşallah kimseye kötü bir şey olmamıştır diye düşünüp yemeği yaptı. Akşam televizyonun önünde uyuklamışken uzaktan kulağına dolan siren sesini duyup gözleri aralandı. Kurulmuş bir bebek gibi hemen doğruldu. Terliklerini ayağına geçirerek balkonda aldı soluğu. Yine oradaydı ambulans. Duvar saati on ikiyi beş geçtiğini gösteriyordu. Artık sabrı kalmamıştı Fethiye hanımın. Hemen üstüne hırkasını alarak aşağıya indi. O kaldırıma ayağını atar atmaz ambulansın arka kapıları da açıldı. Merak içinde yürüdü Fethiye hanım. Ambulansın içine baktı büyüyen gözleriyle. Kimse görünmüyordu. Tırmanıp ilerledi. Ara camdan şöföre bakmaktı niyeti ama birden kapılar kapanıp ambulans öne fırladı. Bir çığlık savururken düştü biçare kadın. Ellerini hiçbir yere denk getiremeyince de kafasını küt diye kapıya vurup bayıldı. Karanlık bir çabuk ele geçirmişti onu. Aklında ışıklar dönüp duruyor, bazı siluetler çevresinde dolanıyordu. Uzak seslerle çevrelenmişti. Onun hakkında konuşuyorlardı sanki…
Uyandığında hastanedeydi. Odada başka bir hasta daha olduğunu gördü başını çevirince. Her şeyi hatırlamıştı. Elini koyup ayağa kalkmak istedi ama karın kısmında inanılmaz bir acı hissedince yatağa bıraktı yine kendini. Sonra koluna bağlanmış serumları, iğneleri farketti. Ağlayacak gibi olurken müthiş bir merakla örtüyü çekti üstünden. Saçları diken diken oldu anında. Ameliyat etmişlerdi onu. Ameliyat!!! “İmdaaat!” diye avazı çıktığı kadar bağırırken her şeyi ağzına tıkarak açıldı kapı. Bir doktor yanındaki hemşireyle içeri dalıp onun yanına ilerledi.
“Hah uyanmış hastamız. Nasılsınız hanımefendi?” dedi doktor gülerek. Kadının allak bullak yüzü onu pek etkilememiş gibiydi. “Çok başarılı bir ameliyat geçirdiniz. Ama Allah için söylesenize, kim bıraktı sizi buraya? Acilin dışında baygın yatarken bulmuşlar. Anlamadık bi şey.”
Karışmış kafasıyla bir şeyler söylemeye çabaladı Fethiye hanım, fakat gıkı bile çıkmadı bir türlü.
“Tam zamanında vallahi,” diye devam etti doktor. “Kanser ilerlemeden, karnınızın belli bir bölümünü aldık. Beş gün daha gecikseydiniz sizi hiçbir doktor, hiçbir hastane kurtaramazdı.

BU KAÇINCI?

Elli yedi yaşına gelmişti Mustafa bey. Saçları beyazlamış olsa da dinç bir adamdı. Daha yeni emekli olmuştu vergi dairesinden. Tadını çıkarmak için küçük gezilere çıkıyor, belediye parkının oradan dönüp gözü denizin anılarla dolu kıpırtılarında eve dönüyordu sabahları. O gün de aynı güzergahta salına salına gezinmekte, dökülen sarı yaprakların üstünde oynaşan serçelere bakmaktaydı ki, tam tepesinde karanlık bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Bir bulutun o derece hızlı hareket etmesinin imkansızlığını algılar algılamaz telaş içinde yukarı kaldırdı başını ve karanlığı lime lime üstüne sarmış iğrenç bir varlıkla karşılaştı. Daha ne olduğunu anlayamadan üstüne indi yaratık. Mustafa bey bağırmak istedi ama sesi çıkamadı. Diğer seslerin de yokolduğunu farketti. Dünyevi olan her şey yutulmuş gitmişti korkunun yarattığı esintiyle. Karşısına konar konmaz elindeki devasa tırpanı havaya kaldırdı yaratık ve Mustafa bey ölümle karşı karşıya olduğunu anlayıverdi. Tutmayan dizleriyle yere çökemeden tırpan müthiş bir hızla içinden geçerek biçti gövdesini. “Allaah!” diye bağırdı o ve duyduğu inanılmaz acıyla kendini geriye atıp parkın kuru toprağına yapıştı. Karanlık yerini mavi gökyüzüne bırakırken sımsıkı yumduğu gözlerini açtı. Çektiği ağrı dayanılmaz olsa da ayağa kalktı inleyerek. Zorlukla doğrulup çevreye bakındı. Hiçbir şey anlamamıştı. Kendini çimdikleyip hayatta olduğunu müşahade ettikten sonra üstünü başını silkeleyip hızla eve koştu.
Bir ay kadar dışarı hiç çıkmadı. Karısı parktan söz açmaya kalkarsa hemen lafı ağzına tıkıyor ve başka bir şey söylememesi için aksileşiveriyordu. Kimseye olan bitenden söz etmemişti. Göğsündeki morluğu göstermemek için de müthiş bir efor sarfediyordu giyinip soyunurken. Ancak evden çıkmamasının işe yaramayacağı, yani korkunun ecele faydası olmayacağı o gün kötü bir tecrübeyle sabitlendi. Koltukta oturup televizyona bakarken görüntü değişivermişti. Kurak bir alanda karanlık bir figür ekrana doğru yaklaşıyordu son hızla. Bunun Azrail olduğunu anlayınca kalkıp kaçmak istedi ama ayaklarındaki güç bir kez daha çekilip gitmişti. Ölüm ekrandan çıkıp odanın içinde büyüyüverdi. O kadar korkunçtu ki, pelerininin karanlığında oynaşan gözlerine bakmak neredeyse imkansızdı. Tırpanını kaldırıp Mustafa beyi tam ortadan o müthiş acıyla ikiye biçti. Yere kapaklandı zavallı ve inleyerek önce kapıya, sonra da merdivenlere sürükledi kendini. Aşağıya düşüp duvara çarptığında bayıldı. Karısı buldu onu. Ancak kim ne sorduysa hep aynı cevabı alacaktı. “Başım döndü.”
Bir yıl kadar hiçbir şey olmadı. Ancak korkuyu her daim yanında taşıyor, ne yapsa o iğrenç tedirginliği üstünden atamıyordu. Anlamadığı bir şey de vardı. Nasıl ölmemişti Azrail ile karşılaşıp. Bu süre zarfında kütüphanelerden çıkmamış, ölüm deneyimi ile ilgili her şeyi okumuş, yine de kendisinin yaşadığına yakın bir şeylerle karşılaşmamıştı. O gün tuvalette ıkınırken de başka bir şey düşünmüyordu. Kapı açılıp içeriye kumlu koyu gri tozlar doluştuğunda ellerini yüzüne siper etti ve ne zamandır kurduğu gibi bağırdı. “Duur, yalvarırım duur!”
Etkili olmuştu haykırışı. Rüzgar yavaşlarken kumlar yere döküldü. Arkada buz gibi, iğrenç soluklarla büyüyerek duruyordu Azrail.
“Ey yüce Azrail,” diye daha da yüksek bağırdı Mustafa bey. “Lütfen söyle, niye öldürmüyorsun beni? Neden saldırıp yaşama sevincimi elimden alıyorsun? Böyle yaşayacağıma ölmek istiyorum ben!”
Davudi bir ses yayıldı tuvalete birden. Hangi uzaklıktan ve nasıl bir derinlikten geldiği belli değildi:
“Sana beş can bahşedilmiş Mustafa Alituna. İki kere daha geleceğim bundan böyle. Sen yaşamana devam et. Ölümü düşünme.” Ve lafı biter bitmez kumlar tekrar ayaklanıp Mustafa beyin ağzına burnuna doluştu, onu soluksuz bırakıp yere devirdi. On saniye kadar sonra geri çekilip aralıklardan sonsuz bir hızla akarak yokoldular ama. Mustafa bey ayağa kalktı sevinçle. Daha iki canı vardı ha. Birden dünyanın en şanslı adamı olmuştu. Neredeyse oynamaya başlayacaktı. Dışarı attı kendini ve orada Azrail’in korkunç bir kahkahayla kendisini beklediğini gördü. “Ama hayır,” diye bağırdı. “Bu kadar çabuk mu!”

4 Şubat 2008 Pazartesi

Cami Demek Ayakkabı Demek

Recai camiden içeri süzülüp namaz öncesi bir köşede gizlenmişti. Saflar sala verirken o tilki adımlarıyla ayakkabıların durduğu bölmeye doğru hareketlendi.. İşte yine başlamıştı o, mide asitini yükselten boktan heyecan. Belki iki yüzüncü kere giriştiği hırsızlık hala dizlerinin bağını çözebiliyordu. Daha önce ne yaptıysa onu yaptı. Alacağı sıcak bir kuru fasülyenin hayaliyle tedirgin, ilerledi. Kafasını uzatıp ortalığı kestikten sonra vücudunu yavaşça dışarı attı...
Ve şok yaş bir odun gibi patladı o küçücük beyninde!
Çeşit çeşit ayakkabının en sonunda 6 metreye 2 metre boyutlarında bir çift dev makosen duruyordu.!
Recai devrilmemek için kollarını iki yanda tutup yalpalayarak ilerledi. Ayakkabılığın yanında sallanarak durup eğildi. Bağcıklarını özenle çözdü ve ayakkabılarını oracığa koyup çıplak ayaklarla bir zombi gibi, bir daha hiç dönmemek üzere uzaklaştı gitti.

TAROK

Sevim çok güzel bir kadın olduğunun farkındaydı. Medya sektöründe yükselirken de, çalıştığı televizyonda haberler bölümünün müdür yardımcılığına getirilirken de bayağı bir faydasını görmüştü bunun. Yirmiyedisine daha yeni basmıştı ve birçok talibi vardı yıllardır. Ama o her şeyde olduğu gibi sevgili seçiminde de hassas davranmış ve grubun koordinasyon bölümünün başında, parlak bir geleceğe yelken açmış Murat beyi seçmişti kendine. Çok da iyi anlaşıyorlardı.
O akşam da Sevim, evinden çıkıp arabasına bindiğinde amacı bir barda onunla buluşmaktı. Otopark karanlıktı. O yüzden alışkanlığı olduğu üzere hemen kilitledi kapıları. Arabasına yürürken nedense garip bir korku çöreklenmişti üstüne. Saçmalama, der gibisinden gülüp yatıştırdı kendini. Kontak anahtarını çevirdi.
“Sen, benim olacaksın,” dedi kalın, hırıltılı bir ses.
Dönmesiyle çığlık atması bir oldu Sevim’in. Dehşet yürüdü gözlerine. Kendini dışarı atmak istedi ama kıllı, uzun bir kol sımsıkı yakaladı boynundan.
“Ben Tarok,” dedi yaratık. Kırmızı gözlerinden kan ve yıkım fışkırıyordu. “Kızıl çayırların efendisi Tarok! Seni kendime seçtim.”
Konuşamıyordu Sevim. Göğsü körük gibi inip kalkıyor, kurumuş dudakları gittikçe daha çok açılıyordu. Müthiş bir acı vardı parmakların geçtiği yerde.
“7. ayın 13’ünde gelip alacağım seni. Başka kimsenin olmayacaksın! Anladın mı?”
Kafasını salladı Sevim korkuyla. Çişi fışkırıyordu donunun yanlarından.
Ve pat diye yok oldu Tarok. Bayıldı Sevim. Cep telefonun melodisiyle uyandığında gece yarısıydı. Murattı arayan. Kafasını toplamaya çalıştı. Az sonra kararını vermişti. Kimseye anlatmayacaktı bu saçmalığı. Güç bela evine çıktığında aynaya baktı ve boynunda kan oturmuş yerleri görüp çığlık atarak bir kez daha bayıldı.
Ertesi gün işe gittiğinde başka bir şokla karşılaştı. Murat ölmüştü. Sabah işe gelirken bir trafik kazası geçirmişti. Acı dolu birkaç ay geçirdi Sevim. Aklına devamlı kötü şeyler geliyordu. Delirdiğine inanmak istiyordu. Her şeyi yalnızca kendi kafasında kurmuş olmayı öylesine isterdi ki… O yaratığı bir türlü unutamıyordu. Söylediği güne beş ay vardı hemen hemen. Bir ay sonra bir barda başka biriyle tanıştı. Teselliye ihtiyacı vardı. Akşam beraber oldular. Fakat sabah uyandığında adamın yanında ölü bir şekilde yattığını görünce çıldıracak gibi oldu. Kalp krizi demişti doktorlar ama o buna inanmıyordu artık. Tedaviye başladı hemen. Avuç dolusu ilaç yutuyordu artık. Düzelmeye başladığında acı gerçeği de yanında taşıyordu. Demek ki doğruydu her şey. Kaderi bu kadar mı kötü olacaktı. Medyumlardan medet ummayı seçti ardından. Cincilere, büyücülere gitti. Ve bir süre sonra sonucu deneme zamanı geldi. Bir diskoya yollandı. En adi tipi seçecekti beraber olmak için. İyi insanlara zarar vermek istemiyordu. Ve kel kafalı, yalak bir adamı kolayca tavlayıp eve götürdü. Uyandığında telaşla adamı aradı ama hiçbir yerde olmadığını, kapıyı çarpıp gitmiş olduğunu gördü. Sevinç içindeydi. Ölmemişti işte herif. Giyinip, çantasını toparlayarak aşağı indiğinde onu kaldırıma yapışmış bir halde buldu. Çöküp kaldı orada. Ve Tarok “Kalk,” dedi ona. Yaş dolu gözlerini kaldırdı hınçla Sevim. Oradaydı işte.
“Sen benimsin,” dedi yaratık. “Kimseyle olamazsın. Kendine iyi bakacaksın. Yemek yiyecek ve kimsenin sana dokunmasına izin vermeyeceksin. Kızmaya başlıyorum artık.”
Yine yok oldu.
Delirmiş gibi bağırdı Sevim. Herkes camlara çıktı bir süre sonra. Şaşkın, ölmüş bir adamın yanında tepinen, arabalara tekme atan kadını izlediler. Delirmişçesine, saçları ayaklanmış halde arabasına atladı o. Boğaza geldi hışımla. Orada denize bakarken intihar etmeyi düşünüyordu. Ama, ya ölmek Tarok’tan kurtuluş anlamına gelmiyorsa! İşte o anda beynine yerleşen fikirle sarsılıverdi. Çantasını yere patlattı hınçla.
Böylece, hemen o gün gidip genelevde işe başladı. Pezevengiyle anlaşmış, ücretini de beklenmedik bir şekilde düşük tutmuştu. Kapının önünde kuyruklar vardı bir gün sonra. Güzelliği hemen yayılıvermişti kulaktan kulağa. İki hafta sürdü Tarok’un karşısına çıkması. Öylesine yorgun ve bitkin bir duruşu vardı ki şaşırdı Sevim. Nefes nefese, zorlukla “Artık benim değilsin. Boşadım seni,” diyerek yok oldu. Belli ki insanları öldürüp durmaktan sıkılmıştı.
Sevinç içinde Taksim’e attı kendini Sevim. O bir hafta iş yerinden ve eski tanıdıklardan en az on kişinin kendisini genelevde görmüş olması umurunda bile değildi. Çoğu ölmüştü zaten. Mutluluk içinde “Yaşasın,” diye bağırıp en yakınındaki insanın yanağına müthiş bir öpücük kondurdu…

KÜTÜPHANENİN EN DEĞERLİ KİTABI

Kütüphaneye girdi Selim. Görevlinin yanına gitti dosdoğru. Bir gün önce uğrayıp not aldığı kitapları isteyecek ve bir çabuk işe koyulacaktı. İşle birlikte doktorayı da götürmeye çalışmak çok yorucuydu. Hem hızlı hem de planlı olması şarttı. “Merhaba,” derken çantasından da kağıdı çıkarmaya çalışıyordu. Kafasını kaldırdığında kıvırcık esmer kadının kısılmış gözlerini kendisine diktiğini gördü. “Ben sizi tanıyorum,” dedi kadın büyülenmiş gibi.
“Normal,” dedi Selim, tatlı bir gülüşle bu hatayı bağışlayarak. “Dün de buradaydım ben.”
“Hayır hayır,” dedi kadın. “Ben sizi bir kitapta gördüm.”
Düşündü Selim. Kendisi bir kitaba bir yerden girmiş olabilir miydi?! “Yok canım,” dedi sonra. “Bir yanlışınız var.”
“Kesinlikle gördüm,” dedi kadın alt dudağını kemirip önündeki tahtaya bir şaplak indirerek. “Hem de buralarda bir yerlerde.”
Selim onun sorularından birkaç kaçamak yanıtla kurtulup kendini masalardan birine attı. İşin doğrusu, rahatsız olmuştu bu muhabbetten. Takmamaya çalışarak, kitapların üstüne eğildi.
İkinci gün içeri girdiğinde, arkada belirlediği kuytu köşeye yürürken kadın parmağıyla onu gösteriyordu yanındakilere. O tarafa bakmamak, hiç muhattap olmamak en iyisiydi. Yüzüne somurtuk bir ifade oturdu hemen.
Üçüncü gün orada, danışma bölümünde kadını görmeyince yüreğine bir ferahlık yayıldı. Allahın kaçığını kapatmışlar mıydı acaba hastaneye? Diğer görevliden aldığı tezi açtı oturunca bir çabuk. Bayağı ilerlemişti notlar alıp. Ve güm diye bir ses çıktı. Kadın, kıvırcık saçları, bilmiş gözleri, yamuk gülüşüyle tepesinde duruyordu. Masaya da bir kitap çarpmıştı.
“İşte, ben size ne demiştim.”
O yerine dönerken Selim kitabı eline aldı ve hayretle kapağında resmi olduğunu gördü. Sonra üç saat boyunca hiç durmadan okudu mırıltılar içinde. Kütüphane görevlisinin kitabı koyup uzaklaştığı bölüme geldiğinde ayağa kalktı. Kitabı sıkı sıkı tutarak çıkışa ilerledi.
“Gidiyor musunuz,” diye sordu kadın çökmüş omuzların sahibi gariban Selim’e. “Beğendiniz mi bari. Sizde kalsın biraz, önemli değil.”
Hemen sayfayı açtı Selim, orada cevap vermediğini okuyunca, aynen uygulayıp bir şey demeden dışarı çıktı.
Ve böylece kitaba göre yaşayıp kitaba göre öldü mutluluk nedir bilmeden.

GEÇMİŞİN AYIBI

Leyla’nın yüzüne okkalı bir tokat yapıştırdı Celal. Kız kendini toparlayıp sevgilisine bakmayı başardığında gözleri dolu dolu olmuştu. Burnunu çekip pembeleşmiş yanağını ovuştururken bakışlarından damla damla dökülüyordu masumiyet.
“Siktir git!” diye bağırdı Celal öfke içinde. “Git başkasına yap bu numaraları.” Ve dönüp koştururcasına yürüdü kalabalığın kalbine doğru.
Tir tir titriyor, kendi kendine sayıklıyordu ki birden bir el yapıştı gömleğine Celal’in.
“Dur lan piç!”
Hışımla döndü Celal. Olayı görüp maydanozlaşan bir bokyedibaşıysa çekeceği vardı elinden. Ama bacaklarındaki güç çekilip karnına kramplar girerken pepeleyerek kalakaldı orda.
“Ama, ama, nasıl?!”
Karşısında kendisi vardı. Bir on yıl yaşlı olsa da kendisiydi o. “Çaat!” diye bir tokat yedi suratına.
“Çabuk git özür dile lan Leyla’dan,” diye bağırdı kendisi. “O kızla ayrılırsan sıçarım senin ağzına.”
Ve yürüyüp kalabalığın arasına karıştı.
Yere düşmüş bir hıyar gibi mal mal çevresine baktı Celal. Sonra kendine gelip Leyla’nın arkasından koşturdu. İşte orada, ileride; zangır zangır titreyerek ağlıyordu zavallı kız…

BİR ADIM ÖNÜNDE

Mehmet düşünde bir ara sokakta ilerlemekteydi. Taş evler, küçücük yeşil pervazlarla güzel bir yerdi burası. Gökyüzüne baksa, orada beyazlığın içinde mavi bir ay durduğunu da görecekti. Fakat o başka bir şeyin peşindeydi. Kaç gecedir burada buluyordu kendini. Sonra birden yan yoldan bir kız çıkıyor, iki metre önünde salına salına ilerlemeye başlıyordu. Onu izliyordu Mehmet büyülenmiş gibi. Dalga dalga kumral saçları sanki onu da savuruyor, kız arada bir geriye tatlı bir bakış fırlattığında kalbi çılgınca dövmeye başlıyordu göğsünü. Her seferinde, elinden geleni yapsa da en fazla bir kol uzunluğunca yaklaşabiliyordu ona. Dokunmayı bile başaramadan uyanıp, aylardır süren yalnızlığıyla başbaşa, boktan bir sabaha uyanıyordu. Düşlerini kontrol etmenin bir yolunu bulmak için her şeyini verebilirdi. Işığı kapatıp uzandığında yapacaklarını geçiriyordu gözlerinin önünden. Konsantre olmaya çalışıyordu.
Ve bu gece yine aynı yerdeydi işte. Kız çıkıp tatlı bir ışıltı gibi ilerlemeye başladı. İstenç yok olmuştu gözler kapanır kapanmaz. Rüya ona ne sunarsa onu yapıyordu Mehmet. Ama bir an, bir şey takıldı gözlerine. Ayın ışığı bir gölgeyle kesilince kız korkuyla yukarı baktı. O da oraya çevirdi gözlerini ve kendisini gördü ayın içinde. Kocamandı. Diğer yola gir, diye bağırdı oradan. Şaşırdı Mehmet. Kontrol eline geçmişti. Diğer yola sapıp ana caddeye çıktı. Sağa doğru var gücüyle koşturdu ve köşe başında burun buruna geldi kızla. Kaçmaya çalıştı o cilveli bir gülüşle ama çok geçti artık. Mehmet sarılıp kendine çekti kızı. İyice yapışıp sıcaklığını gövdesinde hissetti. Mutluluk öylesine yoğun bir enerjiyle taşıyordu ki, caddedeki arabalara atlayıp ateşler içinde bırakıyordu. Şehir yanarken sıcaklık arttı. Bırakmadı o kızı.
Ve birden gözleri açılıverdi. Odasının duvarlarını taradı sıkıntıyla. Yanına döndüğünde ise şok içinde doğruluverdi. Kız orada, mışıl mışıl uyuyordu. İnanamayıp titreyen elleriyle dokundu. Dünyaya inmiş bir melek denli sıradışıydı güzelliği. Gölgelerin arasında fildişi teni parıltılar saçıyordu. Yavaşça yanaşıp sarıldı ona Mehmet. Kendine çekti usulca. Boynuna bir öpücük kondurdu. “Iıh,” diye tatlı bir ses döküldü kızın ağzından, gerinerek kendisine dönerken. Gözlerini yavaşça araladı. Uzanıp bir öpücük kondurdu Mehmet o tatlı yanaklara. Ve birden gözlerini pörtletip bir tokat çaktı kız ona. Kendini saniyesinde yataktan atıp yolundaki her şeyi devirerek duvara verdi sırtını ve delice bağırmaya başladı. Mehmet panik içinde doğrulup o tiz , hiç tükenmeyen, kahredici çığlıklara kulaklarını kapattı.
Ne yapacağını gerçekten hiç mi hiç bilmiyordu…

CİN

Kahvede oturuyordu Halil. Çayını ısmarlamış, üstüne vuran güneşle ısınmış, keyfi keka çevresine bakınıyordu. Az sonra arkadaşları gelir, oyun başlardı. “Hişşt,” diye bir ses duydu o sırada. Sağından geliyordu. Dönüp baktığında aklı başından uçup gitti. Saçları diken diken olurken sandalyesini fırlatıp ayağa kalktı. En az bir metre geriye atmıştı kendini. Bir daha baktı oraya ve hiçbir şey göremedi. Hayretle kendisini izleyenlere bir karafatmanın üstüne tırmandığını söyleyip olayı geçiştirdi ama gerçek bu değildi. Bir cin görmüştü. Başından ateşler fışkıran, uzun burunlu zıpır bir cüceye benziyordu. Kendini dışarı attı Halil. Sinirleri bozulmuştu.
Hızlı hızlı gidiyordu ki bir daha bir “Hişşt,” sesi geldi. Yine sağından. Hayır, bakmayacaktı. Daha da hızlandı. Ama hişştler de dozajını arttırıyordu. Ve ansızın, küçük bir el paçasını çekiştirdi. “Allaıhh,” gibisinden bir ses çıkarıp dualara yumularak kaçmaya çalıştı Halil. Koşturuyordu ama unuttuğu bir şey vardı. Cin artık omuzundaydı onun. Sonunda delice kıkırdamalara kulaklarını tıkayamayarak ve soluğu kesilerek durdu. Yere atladı cin ve kendisinden korkmamasını söyledi. Halil’in başka bir seçeneği yoktu zaten. Cine ne istediğini sordu, onu bırakması için yalvardı. Fakat Ajur denen cinin kötü bir niyeti yoktu ki. Sadece ona iddia sonuçlarını vermek istemişti. Ne zamandır izliyordu Halil’i ve açıkçası delikanlılığının, harbiciliğinin mükafatını almasının zamanı gelmişti. İnanamadı duyduklarına Halil. İddia sonuçları mı? Amaan, diye bağırdı korkuyu morkuyu unutup. Sonuçları küçük bir kağıda yazdı. Cin yokolmuştu patlayan bir köpük gibi. O tek başına göbek atıyordu sokakta. Sonra durdu. Yok be! Olası mıydı böyle bir şey.
Ama hayır, gerçekten de tuttu sonuçlar. Büyük para kazandı Halil. Olanları insanlara anlatmamak için büyük bir irade gösterisi yaparak bir hafta geçirdi pavyon bar dolaşarak ve cin tekrar çıktı karşısına. Şimdi ödül başkaydı. Halil’in kesik olduğu ama bir türlü yüz bulamadığı Aslı’yı tavlayabileceğini söylüyordu küçük şarlatan. “Siktir git ulan,” dedi Halil, artık cini arkadaşı gibi gördüğünü belli ederek ve inanmaz gözlerini Ajur’un o bilmiş kıkırtısına fiksleyip böyle bir şey gerçekleşse ne kadar süper olur be, diye düşündü. Cin düşünmeyi bırakıp kendisini izlemesini belirtti. Halil’i Aslı’nın yanına götürüp Cyrano de Bergerac benzeri, öyle şeyler söyletti ki, eridi kız. Çıkma teklifini kabul etmekle kalmadı, yanağa da tatlı bir öpücük kondurdu cafeden karaca benzeri, sekerek çıkarken.
İşler müthiş gidiyordu. Cin birkaç kez daha karşısına çıkmış ve ona harika bir iş kurdurup, borsayı da allak bullak etmesini sağlamıştı. O gün yine yanında belirdiğinde, Halil sarılıp şapur şupur öpmemek için zor tuttu kendini. “Gel benimle,” dedi cin. Harika bir şey olacak. İzledi onu Halil hevesle. Yola çıktılar. Bir süre ilerlediler. “Şimdi şurada dur,” dedi cin “Ve bekle. Neler olacağını görünce çok şaşıracaksın.” Bir dakika kadar bekledi Halil. Saatine baktı. İşte tam o sırada kafasına kocaman bir varil düşüp betona yapıştırdı onu. İnşaatın üstünde “Eyvaah!” diye bağırdı bir işçi.
Şimdi Ajur yalnız değildi. Bir sürü cin daha vardı yanında ve kasık denilebilecek bölümlerini tutarak delice gülüyorlardı…

ÖLÜMSÜZ ADAM

Bir gün yaşlı bir adam karşısına çıkıp Osman’a “Ölümsüz” olduğunu söyledi. Ve onun için hayat bir daha asla aynı olmayacaktı…
O anda, Osman, iş çıkışı Beşiktaş’ta bir tektekçiye uğramış, birasını yudumlamaktaydı ve kafasında şöyle güzel bir kız bulmaktan başka hiçbir sorun yoktu. Her gün sıkıcı da olsa işine gidiyor, finans sektöründen ekmeğini yiyip normal bir hayat sürüyordu. Ağzına koca bir yudum daha doldurmuş, eve mi dönse, bir arkadaşını arayıp başka bir yere mi takılsa diye düşünürken, sakalı uzun kel bir adam gelip karşısına oturdu. Bozuldu Osman ve insan bir izin alır dedi içinden. Üstelik bu adam direkt yüzüne bakıyordu sinir bozucu bir şekilde.
“Osman,” dedi birden çirkin adam dişsiz ağzıyla tükürükler saçarak. “Sen ölümsüzsün.”
Şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu Osman. İsmini nereden biliyordu bu herif? Bir şakaya kurban gitme ihtimaline karşı çevresine bakınıp tanıdık birilerini arandı. Ama kıkırdayan, birbirini dürten falan yoktu en uzak yerde bile. Kafasına tak tak diye vurdu yaşlı adam bu sırada. “Sen ölümsüzsün.”
“Kimsin sen,” diye sordu Osman telaşla, “ismimi nerden biliyorsun?”
Yaşlı adam elini genç adamın elinin üstüne şefkatle koyup sıktı. “Sana bahşedilen armağana sıkı sıkı yapış Osman. Ve artık hayattan korkmaktan vazgeç. Sadece anı yaşa. Ölümsüzsün sen.”
Ardından öyle hızlı kalktı ve öyle hızlı dışarı çıkıp uzaklaştı ki, Osman peşinden “Dur,” lafından başkasını söyleyemezken ayağa bile kalkamadı. Ama aklında da birden ilginç çağrışımlar dönmeye başlamıştı. Panik ataktan müzdaripti ve ölüm korkusu yüzünden çoğu şeyden kaçmak zorundaydı. Uçağa binemezdi mesela. Heyecanlı filmlere gidemezdi kalp krizi geçiririm diye. Fakat o adam bunları bilemezdi ki. Hayattan korktuğunu nereden çıkarmıştı?
Sonraki günler saçma bir şeyler yaşadım, geçti gitti işte; diye avuttu kendini. Ancak yaşlı adamın sözleri beynine zamkla yapışmış gibiydi. Sürekli dönüp duruyor, ona ne kadar sıkıcı bir hayatı olduğunu hatırlatıyordu. Tanıyordu kendisini. Neler yaşadığını ondan daha iyi biliyordu. Yüzünden anlamıştı bunu. Ölümsüzlük olgusu gerçekten baş döndürücüydü ve ona çılgınca fikirler fısıldayıp duruyordu. Sonunda takıntısı öyle bir arttı ki, onu şu delice karara getirdi. Deneyecekti. Tabi bir kız arkadaşı olmaması, toplum içinde saygı görmemesi, ailesiyle arasının açık olması da etkendi bunda. Ölümsüz ise yapabileceklerini düşünerek içi gıcıklanıyordu. Günlerce cebelleşti bu fikirlerle ve sonunda babasının evinde aldı soluğu. Gece kendisinden iki kelime sohbeti bile esirgeyen babası yattıktan sonra çekmecedeki ruhsatlı silahı aldı. Doluydu. Yutkundu. “Sen ölümsüzsün,” lafı çıkıp büyüdü o dişsiz ağızdan. Ve bastı tetiğe Osman.
Kafası dağılıverdi. Duvara kan püskürmüş, sağ tarafında oluşan delikten beyni şıp şıp akmaya başlamışken, o öylece duruyordu. Yüzünde garip bir gülüş belirmişti. Dışarı fırladı babası. Oğlunu hastaneye götürürken, hala yaşadığına inanamıyordu adamcağız. Orada doktorlar da şaştı kaldı bu duruma. Kafatasındaki delik kapatıldı ve bir hafta sonra taburcu edildi Osman. Ölmemişti gerçekten de. Ancak yüzünde kalan o küçük mimikten başka hiçbir tepki vermiyordu yaşama. Çünkü beyni akıp gitmiş, ölmeyen vücuduna anlamlı bir şekilde kontrol eden bölümler devre dışı kalmıştı. Aklı çalışmadığı için ölümsüzlüğünü denemek üzere ne kadar yanlış bir metod seçtiğini de bilemiyor, öylece gülümsüyordu.
Ayağı takılıp bir uçuruma düşene ve kopan bacaklarıyla yürüyemeyene kadar öyle, ölümsüz, bir zombi olarak yaşadı, bazı zamanlar da bir kuru ekmek kapmayı başardı esnaftan…