8 Ağustos 2008 Cuma

Kayıp Ülkenin Masalları: O Gece Salonda

Kendine bir viski koymuş, elindeki kitaba yoğunlaşmaya çalışıyor Harun bey. Beş dakika anca dayanıyor yine. Sıkıntılı bir nefes salarak ayağa kalkıyor ve camın oraya gidiyor. Yolun üstünde, tek tük arabalar ve aynı yoğunlukta birkaç kişi var yürüyen. Sis yavaştan iniyor yokuşun üstünden, ele geçiriyor apartmanları. Dalıp gidiyor o, bir an. Sonra bir yudum daha alıyor içkisinden ve sinirli bir gülüşle birlikte kafasını sallıyor. Kırk yaşında hâlâ bekâr olmanın, sevmediği bir işte çalışmanın ve en kötüsü canını sıkan daha daha onlarca şeyi değiştirmek için artık aklına hiçbir çözüm gelmemesinin aczi üstüne çöküyor. Omuzları aşağıda dönüp koltuğuna oturuyor yine. Televizyonu açmak için kumandaya uzanıyor ama vazgeçiyor. Kitabına bakıyor yan gözle ve o tam da o sırada kapıya vuruyor birisi.
Tak tak tak!
Kalkıp yürürken aklında sorular dolaşıyor. Bir umut yürüyor içine. Sevim mi acaba?
Kapıyı açıyor. Bulamıyor kimseyi ve hazırladığı lafları yutkunup midesine göndermek zorunda kalıyor. Şaşkınlıkla uzanıp merdivenlere bakıyor. Aşağıya ve yukarıya. “Allah Allah!” deyip içeri giriyor sonra. Yerine otururken haliyle bunun bir şaka olup olamayacağını tartıyor kafasında. Belki aşağıda tadilat yapıyorlar. Ama yok, diyor kendi kendine. Kapıdan geldi gürültü. İçkisinden son yudumu alıyor ve içten içe sabırsızlıkla beklediği ses yine ortaya çıkıyor bir anda.
Tak tak tak!
Hemen koşturuyor oraya. Kapıyı yıldırım hızıyla açıyor, birisini görmeyi beklemediği için sonraki hareketi hazır, koridora sıçrayıp bakıyor merdivenlere. Hayır, yine bulamıyor bu pis oyunun hazırlayıcısını!
Kapıyı ittiriyor ve hemen arkasına konuşlanıp bekliyor bu sefer. İki dakika, üç dakika, dört dakika. Sıkılmaya başlıyor. Pencereye gidip orayı mı gözlemesi daha doğru?
Tak tak tak!
Öyle bir hızla açıyor ki, vuranın kaçabilmesi ihtimal dahilinde bile değil. Ama yok. Kimse yok ortalıkta! Bir kat aşağı iniyor paldır küldür. Ayak sesi falan da duymadığı geliyor aklına. Dairesine yürürken kafası karışmış durumda. Uzun bir sopayla mı vuruyorlar? Hayır, yine olmaz.
İçeri giriyor. Koltuğuna gidiyor. Kulaklarının dikkatine kalbinin vuruşları giriyor sadece. Fazla uzun sürmüyor ama bekleyişi.
Tak tak tak!
Hiçbir şey yapmıyor. Biraz da korkudan. Anlam veremediği bir şeyle uğraşmak istemiyor. Sonra fikrini değiştiriyor. Bir öfke seli sarıp ele geçiriyor vücudunu. Sonraki vuruşla birlikte koşturup iyice bir küfür saydırıyor apartmanın boşluğuna. Kızgınlığı yankılarla yokolup gittiğinde ne yapacağını bilemeden bir kez daha içeri yollanıyor. Bir viski daha dolduruyor kendine. Bardağı ağzına götürürken elleri titriyor. Koltukta otururken buluyor kendini sonra. Televizyon açık.
Tak tak tak!
İşte o anda aklına bir şey geliyor. Televizyonu hızla kapatıp dönüyor ve bağırıyor:
“GİRİN!”
Kapı nasıl olduğunu anlamadan dışarıdan açılıveriyor.
Bir şövalye ağır zırhıyla içeri giriyor. Başlığı elinde. Diz çöküp “Lordum, ordular hazır, sizi bekliyoruz!” diyor. Bir yandan da içerinin dekorunu görüp hayretler içine düştüğü belli oluyor. Yarım yamalak kaldırdığı sert bakışları soru işaretleriyle dolu.
Harun bey dikiliyor olduğu yerde. Az önce yoğun bir şekilde hissettiği korku ve panik, merakın engin denizinde batıp gidiyor. Yürüyor kapıya doğru. Şövalyenin yanından geçip yemyeşil çayırlarda kalkanları ve mızraklarıyla bekleyen binlerce askere bakıyor. Ciğerlerine tertemiz bir hava doldurup apak mermer merdivenlerde bir adım aşağıya iniyor. Coşku yükselip ele geçiriyor her yanını. Dönüp çarçabuk kapatıyor kapıyı. Ve o aşağı inerken ordudaki askerlerin şapkaları havaya uçuşup tezahürat başlayınca ağlayacakmış gibi oluyor. Durup başı dimdik bakıyor. Kaldırıyor bir elini havaya. Sadece rüzgarın sesi kalıyor ortalıkta. Bağırıyor.
“Nasılsın asker!”